Giresun'un Doğusu yazımda sizlere Çamlıhemşin gezimin ilk kısmını anlatmıştım. Bugün ikinci kısmı ile karşınızdayım. Sizi yine Karadeniz'e götürüyorum. Keyifli okumalar! 😊
Serinyer Dağevi’ndeki kahvaltımızdan sonra, arabayla Ayder Yaylası’ndan aşağıya inmeye başlıyoruz. Yolda Şevval Sam’ın Karadeniz albümünü açıyorum, “Bak bu yörenin şarkıları bunlar,” diyorum eşime. “Neden hepsi üzgün bu şarkıların?” diye soruyor. Önümüzde uzanan bu güzel Cumartesi gününün geri kalanı bu soruya bir cevap oluyor.
İlk durağımız Konaklar Mahallesi. Benim göz hizamda, yol kenarında aradığım bu meşhur konaklar, yemyeşil dağların yüksek yüksek tepelerinde çıkıyor. Vadinin içinde ilerlerken gözükmüyorlar bile!

İnternette okuduklarımdan biliyorum ki bu konakların çok büyük kısmı boş, kimsesiz halde. Hem içini hem dışını rahatça gezebilmek ve o eski hallerini hissedebilmek için, eski mimarisine sadık kalarak yeniden yapılandırılan ve otele dönüştürülen Dudi Konağı'nı seçiyorum kendimize. Daracık bir yoldan tırmanmaya başlıyoruz. Asfalt yer yer bitip, yerini taşlara, girintilere, çıkıntılara bırakıyor. Konak derken neyin kastedildiğini 10-15 dakikalık tırmanıştan sonra anlıyorum. Gerçekten çok görkemli bir yer burası!


İlk konağı, 1900lerin başında Rusya'ya gurbete giden Hemşinlilerden biri yaptırıyor. Mimarisi Rusya'daki evler esas alınarak çiziliyor. Taş ocakları açıp, öküzlerle çıkartıyorlar taşları yamaçtan yukarı. Kapı, pencere, kapı menteşeleri, çatı kiremitleri gibi birçok malzeme Rusya'dan özel getirtiliyor. Konakların bitmesi yıllar sürüyor. İlk konağın görkeminden etkilenen Hemşinliler, ikinci, üçüncü konağı yapıyor. Derken onlarca konak oluyor yan yana. Uzun yıllar, mutlu mutlu yaşanıyor bu konaklarda. Örneğin otuz odalı Dudi Konağı'nda çoluklu çocuklu beş aile hep birlikte yaşıyor. Birinci Dünya Savaşı ve Bolşevik Devrimi sonrasında yoksullaşan, ailelerindeki erkeklerin ve inşaat ustalarının hepsini savaşa kaybeden yöre halkı konakları birer birer terk etmek zorunda kalıyor. Konaklara bakmak, korumak için paraları kalmıyor. Dudi Konağın yeniden inşa edilebilmesi bir istisna. Konakların çoğu virane halde. İçimiz burkuluyor bu hikayeleri dinlerken. Konağı gezip, öğlen yemeğimizi yiyip, birbirinden şeker iki yavru kediyle oynadıktan sonra ikinci durağımıza doğru yola koyuluyoruz. Ama benim aklım bu konakta ve yapım hikayesinde kalıyor açıkcası.
İkinci durağımız Şenyuva köyü ve bölgenin en eski kemer köprüsü olan Şenyuva Köprüsü. Osmanlılar döneminde, 1696 yılında Fırtına Deresi üzerinde yapılan bu taş köprü, 40 metre uzunluğunda ve 20 metre yüksekliğinde. Roma - Bizans çağrışımları yapan bu köprüye bakarken karışmaya başlayan aklımız, üçüncü durağımız Zil Kale'ye varınca netleşiyor. Kervanların geçtiği dağların arasına konuşlanan ve kervanları korumayı amaçlayan bu Ortaçağ kalesini gezerken, eski Trabzon (Lazistan) İmparatorluğu topraklarında olduğumuzu hatırlıyoruz. En güçlü döneminde Ereğli'den Kırım'a uzanan Trabzon İmparatorluğu'nun kurucusu I. Aleksios, Doğu Romalı. Ve bu imparatorluk yüzyıl kadar Bizans'ı (İstanbul'u) ele geçirip yönetiyor. Tarihin zaman çizelgesini çıkartmaya çalışırken, Palovit Şelalesi'nde buluyoruz kendimizi. Bu sefer sadece ayaklarımızın altında değil Fırtına Deresi. Şelalenin yanında tepeden tırnağa ıslanmış, su damlalarından ve uğultudan konuşamaz halde, bir fotoğraf daha çektiriyoruz.


Palovit Şelalesi'nden Çamlıhemşin'e ve Ayder'e doğru dönüş yoluna çıkıyoruz. Tüm günün benim için en keyifli tarafı ise tabii ki mis gibi yağmurlu havada, yemyeşil orman yollarının içinde araba kullanmak, müzik çalıp dans etmek. İkinci en keyifli anı ise akşama doğru Şenyuva'da verdiğimiz mola. İstanbul'daki en yeni kahvecilere taş çıkartacak olmasıyla beni şaşırtan Zua Coffee'de bir havuçlu kek yiyip ve birer kahve içerken, rafta bir kitap çarpıyor gözüme: Farz Et Ki Dönemedim. Tek bir tane kalmış olan kitabın satılık bile olduğundan emin olamayıp, soruyorum. Satılık olduğunu öğrenince alıyorum. Kitabın ikinci başlığı ilk başlığından daha etkileyici: "Kaçkarlar'a Sığmayan Hayatlar". Tüm gün kafamda dönen "Peki ama kim bu Hemşinliler?" "Peki ama kim bu Lazlar?" "Ne gurbeti bu?" "Peki ama neden hep üzgün bu şarkılar?" vb sorularıma, Dursun Ali Sazkaya'nın bu kısa hikayelerle dolu kitabını bir çırpıda okurken sonunda cevap buluyorum.
Çamlıhemşin'de gurbet ve pastacılık, neredeyse iki asırlık bir geleneğe dayanıyormuş. O zamanlar daha Avrupa, Amerika bilinmezmiş ve gurbet diyince akla Rusya gelirmiş. Sazkaya şöyle yazıyor: "Özellikle Rusya (eskilerin deyimiyle Puşiye) gurbeti 19. yüzyılın başına kadar gider. Bu erken dönem gurbet olgusunun başlıca sebebi ilk bakışta tarıma elverişsiz, verimsiz arazi yapısı gibi görünse de yöre insanının girişimci ve serüvenci ruhunun, inatçı karakter yapısının payını unutmamak gerekir. Bolşevik Devrimi'ne kadar Hemşin insanı, o zamanlar Kırımeli diye bilinen Çarlık Rusya'sında fırıncılık ve pastacılık yapmış, kazandığı paralarla evini barkını geçindirmiş, köylerine görkemli konaklar inşa etmiş, çoluk çocuğunu evlendirmiş, imkansızlıkları, yoksullukları yenmenin mücadelesini vermiştir. ... Bıyıkları yeni terlemiş, henüz yeni evlenmiş gencecik delikanlılar, ekmek parası uğruna, güzel bir gelecek uğruna Rusya'nın yolunu tutardı. ... Gurbetin ana yasası sabırlı ve tutumlu olmayı gerektiriyordu. Kazanılan parayı getirebilmek de büyük ustalık, kurnazlık gerektiriyordu. Yoksullukla beraber eşkıyalığın da had safhada olduğu o koşullarda soyulmaya karşı düşkün, perişan bir dilenci kılığına girer, tebdili kıyafetle köylerden, kasabalardan geçip sağ salim köylerine varırlarmış."
Pastacılık ve pastane kültürünü, Türkiye'ye, ülkenin farklı illerine taşınan Hemşinliler yaymış.
Bolşevik Devrimi'nden sonraki kaotik durum çoğu gurbetçinin alelacele dönmesine sebep olmuş. Fakat sınırların kapanmasıyla birlikle "Demir Perde"ye takılıp memleketine dönemeyenler de çok olmuş. Dönenler ise Çarlık para birimi manatın tedavülden kaldırılması sebebiyle tüm parasını kaybetmiş.
Gurbetten dönebilenler yanlarında Kırımlı, Polonyalı, Rus, Gürcü vb ırklardan ikinci gelinler getirirlermiş! Bu kadınlar memleketlerine dönemez, Hemşin'de mutsuz hayatlar sürüp ölürlermiş.
Bir Laz'a gelin gitmek, Hemşinli kadınlar için kadersizlikle eş değermiş.
Bütün Laz çocukları gibi Sazkaya da Türkçe'yi ilkokula başladığı gün öğrenmeye başlamış. Okula başlayan her Laz çocuk şiddetli bir kaygı ve yabancılaşma yaşarmış. Okul sınırlarında Lazca konuşmaları yasakmış.
Hemşinliler Fırtına Deresi'nin karşı kıyısındaki düz lisede okur, Lazlar ise İmam Hatip'e gitmek zorunda kalırlarmış.
Yaylaya yapılan göçler çok tehlikeli geçitlerden geçerek, günler, haftalar sürermiş. Atlar bazen uçurumlardan yuvarlanır, leşleri bile bulunamazmış. Yaylaya varış tulum çalınarak, horon tepilerek kutlanırmış.
Sazkaya kitabında yeni kuşağın şehirlerde evlenmeye başlamasıyla kültürel kodların hızla çözüldüğünü, duygusal formların bozulduğunu, memleketinin artık "eskiler"in özlediği, ölmek için geri döndüğü bir yere dönüştüğünü yazıyor. Bu topraklarda son iki asırdır "kalanlarla gidenler arasında duygusal boşluk, gurbetle sılayı aynı anda götürmeye çalışanlarda ise arafta kalma duygusu" varmış. Sazkaya, kaybolan geleneklere ve kültürel dokulara olan özlemini şöyle ifade ediyor:
"Ne tulum sesi duyulur artık ne çocuk sesleri buralarda. O eski coşku dolu günler, türkülü, horonlu imeceler, meşeliklerdeki kaçamak sevdalılar, çeşme dibinde su misali akan sohbetler sanki hiç yaşanmamış gibi, melali bir yalnızlığa durmuş her şey."
"Ah eski zamanlar, coşkulu, ahenkli günler ne güzeldi! Onca yoksulluğa, zorluğa rağmen mutlu olmayı nasıl da becerirdi eski insanlar. Neşe vardı eskiden. Hep böyle derdi yaşlılar. ... Eskiden, sekiz on saatte gidilebilen yerlere şimdi bir saat gibi kısa bir sürede gidilebiliyor. ... Teknoloji, asırlardır süren zorlu yaşam koşullarını çocuk oyuncağına çevirmeyi başarmış ancak eskisi gibi coşkulu ve mutlu değil insanlar. Soluk soluğa ve telaş içinde geçiyor hayat. Her şey bölünmüş, ayrışmış. Kendisi de bölünmüş insanın."
Sizi bilmem ama ben de bölünmüş, ayrışmış hallerdeyim. Belki de bu yüzden, içimi burksa, kalbimi kırsa ve üzse de, bu masalsı eski zaman diyarına yolculuk bana çok iyi geldi. Otoyollarla yıkılıp geçilmeden siz de bir gidip görün derim. Ve sizi bu güzel türküyle bırakırım bu seferlik: "Dereler akar gider / Taşları yarar gider / Bu dünya bir pencere / Her gelen bakar gider" (Bu Dünya Bir Pencere).