“Meli”, “malı” ile biten cümlelerin bir araya gelişinden ibaret oluyor bazı günlerimiz. Çalışmalıyım, yemek yapmalıyım, erken uyumalıyım derken, bir bakmışsın, gün bitivermiş. Bazen de zorunluluklardan uzağız ama heyecanımız ya da neşemiz yok. Sıradan geliyor hayat - hele de şu sıralar karantina halindeyken.
Son birkaç yıldır gittikçe artan bir şekilde oyun ve oyunculuk (oyuncu tutum) üzerine düşünüyorum. Travma ve farkındalık üzerine yaptığım okuma ve çalışmalarda karşıma çıkan bu kavramı, oyunu, hayatıma nasıl tekrar sokabilirim? Nasıl daha çok oyun oynayabilirim, ve oyun gibi gelmeyen şeyleri nasıl daha oyuncu bir tutumla yapabilirim? Biraz daha hafif, biraz daha oyuncu bir yerden yaşamak mümkün mü hayatı?
Stuart Brown’un “Oyun” isimli kitabını bu düşüncelerle elime aldım. Kitap, yakın zamanda beni en çok etkileyen kitaplardan biri oldu. Brown, akademik kariyerini oyuna adamış bir psikolog ve araştırmacı. Hal böyle olunca, oyunu nörolojik, biyolojik, sosyal, psikolojik, evrimsel açılardan ele almakla kalmamış, kendi hayatından ve danışanlarının hayatından oyuna dair etkileyici hikayeleri de okuması çok kolay, akıcı bir dille aktarmış.
Bizim “oyun işte” diyip geçtiğimiz aktivitenin aslında derin bir tanımı olduğunu anlatıyor Brown. Oyunun 7 temel özelliğini şöyle özetliyor:
1. Amaçsız olması. Oyun oynamanın hayatta kalma çabasında bir değeri yok. Oyun oynayarak para kazanamıyoruz ya da yemek alamıyoruz. Oyunun pratik herhangi bir değeri de yok. Oyun oynamak, sadece oyun oynamak için yapılan bir şey.
2. Gönüllüğe dayanması. Oyun, yapmak zorunda olduğumuz bir şey değil. Görev değil. Sadece canımız istediğinde yaptığımız bir şey.
3. Özündeki çekicilik. Oyun oynamak eğlenceli. Bizi iyi hissettiriyor. Can sıkıntısını geçiriyor. Beyindeki zevk ve ödül merkezlerini harekete geçiriyor.
4. Zamandan bağımsızlık. Oyun oynadığımızda zamanın nasıl geçtiğini anlamıyoruz.
5. Ben bilincinin azalması. Oyun oynarken başkalarına nasıl gözüktüğümüzle ilgilenmiyoruz. Anı yaşıyoruz, anda kalıyoruz. Mihaly Csikszenmihalyi’nin öne sürdüğü “akış” (flow) halini yaşıyoruz.
6. Doğaçlama potansiyeli. Oyun oynarken katı süreçler ya da kurallar yok. Şansa ve değişime açık hissediyoruz. Oyunun kurallarını değiştiriyoruz, ya da oyunla ilgisi olmayan öğeleri oyuna dahil edebiliyoruz. Bu sayede yeni bakış açıları, düşünceler ve davranışlar keşfediyoruz.
7. Devam etme isteği. Oyun oynarken, oyunun devam etmesini istiyoruz, çünkü oyundan zevk alıyoruz. Oyun bittiğinde, yeniden oynamak istiyoruz.
Belki bunları okurken siz de bir an için gözlerinizi kapatıp, çocukken ya da şu günlerde oynamayı en sevdiğiniz oyunu hatırlayabilirsiniz. O oyunda ya da oyun halinde bu özellikleri bulabiliyor musunuz?
Stuart, oyunu bu özelliklerle tarif etse de, oyunun tarifinin kişiden kişiye çok değişeceğini de hatırlatıyor. Kimi için bahçede sebze yetiştirmek oyunken, bir başkası için dünyadaki en sıkıcı şey olabilir. Kimi dağlardan tepelerden bisikletle yüksek hızda inmeyi severken, diğeri korkudan titriyor olabilir. Bu sebeple Brown, herkesi kendi oyun geçmişini araştırmaya ve kendi oyun kimliğini bulmaya teşvik ediyor.
Stuart aynı zamanda şunu da hatırlatıyor: Oyunun tersi iş değil. Çünkü iş, bir amaç uğruna yaptığımız bir şey, evet, ama hayatta kendimizi iyi hissetmek, mutlu olmak için ihtiyaç duyduğumuz şeylerden biri de amaç. Bir amacı olmadığını hisseden insanlar boşluğa ve mutsuzluğa sürüklenebiliyor. Üstelik çalışmanın amaç ötesinde birçok getirisi de var: kazanç, sosyallik, güven, vb. Oyun ve iş birbirini destekleyen, güçlendiren kavramlar. Üstelik bir kesişme kümeleri de var: Çalışırken oyuncu olmak, oyun oynarken çalışmak mümkün.
Oyunun tersi, depresyon. Yani o karanlık, hiçbir neşenin, umudun, esnekliğin olmadığı yer. Bu nedenle de oyun oynamak hem çocuklar hem de yetişkinler için çok ama çok önemli. Hatta hayati.
Bu da size tatlı bir Pazar hatırlatması olsun. 😊 Belki bu akşam, yeni hafta başlamadan önce, siz de birkaç saat oyun oynarsınız. Oyun ve mutluluk üzerine daha derinden düşünmek isterseniz de, bu kitaba göz atmanızı mutlaka tavsiye ederim. ~z