top of page

Giresun'un Doğusu

Cuma sabah 04:45. Erken uyanmayı katiyen sevmeyen ben, şikayetsiz, çabuk ve doğal bir şekilde kalkıyorum yataktan. Üç gün önce bu saate uçak bileti alırken kendime, şikayetsiz uyanacağım diye söz vermişim. Sözümü tutuyorum. Pandeminin getirdiği sıkıntılardan mıdır, otuz iki yaşımda olmama rağmen Giresun’un doğusuna gitmemiş olmamın utancından mıdır, bu yöreyi çok uzun zamandır merak etmemden midir, müziklerini çok sevmemden midir bilmiyorum. Bu yolculuğu çok istiyorum.


Uzun zamandır İstanbul’u sabahın o karanlık saatlerinde görmemişim. Aylardan Eylül ama kış geliyorum diyor. 06:55 uçağı ile Trabzon’a uçuyoruz. Trabzon Uluslararası Havalimanı çok şeker: hem uluslararası hem de otobüs garı gibi. Hepi topu iki küçük bina var yan yana. Biri iç hatlar, diğeri dış. Beş, bilemediniz altı uçak, terminal kapısının hemen önüne park ediyor. Uçaktan inip, elli adım yürüyerek terminalde, yirmi adım daha yürüyerek bagaj teslimdeyiz. Keşke havalimanları bu boyutta kalsaymış diye geçiriyorum içimden. Her şey mega, mega, mega olmak zorunda mıydı? Birkaç adım, birkaç dakika daha sonra, önceden kiralamış olduğumuz aracımızla Rize, Çamlıhemşin yolundayız.


Farklı duygulardaki duraklarım iki buçuk saatlik Trabzon - Çamlıhemşin yolunda başlıyor. Sol tarafımızda yol boyunca takip ediyor bizi çok sevdiğim Karadeniz. Aynı çocukluğumun Karadeniz Ereğli yolculuklarında olduğu gibi, arabanın camından, tepelerin arasından, maviyi takip ediyorum. Bazı tabelalar beni çok heyecanlandırıyor: Samsun, Artvin, Of. “Ay buralara ne zaman gideceğiz,” diyorum. Okul çağlarımın coğrafya derslerini hatırlıyorum. Renkli kalemlerle defterlere çizdiğim Türkiye haritalarının ırak ve bana o zamanlar ulaşılmaz gözüken köşelerine varmış gibiyim. Sağ tarafımızda yüksek yüksek dağlar, henüz başlangıcı gözüken ormanlar. Belli ki dağların arkası yemyeşil. Yollar annemin dediği gibi: düzgün, açık, gelişmiş. Fakat yapılar betonarme ve çirkin. Düzgün asfalt yollar ülkemin yoksulluğunu örtmüyor.


Bir benzin istasyonunda duruyoruz. İki sucuklu tost on beş lira, peki çay? Çay bedava. Eşim şaşırıyor. Gerçi beklenmedik anlarda, beklenmedik şeylerin “ikram” olmasına alıştı. Ama yine de bir yolun ortasında bu kibarlık bize tatlı geliyor. Çamlıhemşin’e, yani Fırtına Vadisi’ne doğru sapıyoruz en sonunda. Mavi arkamızda kaldı. Sağımız, solumuz, önümüz, arkamız yeşil; bir vadinin içinden ilerlemeye başlıyoruz. Betonarme ve çirkin yapılar, ahşap ve çirkin yapılara dönüşüyor. Çirkin derken, burun kıvırıyormuşum gibi olmasın, ruhu yok demek istiyorum yani. Sanki birileri inşa ederken, binaların da ruhu olduğunu unutmuş. Kimisi hepten yıkık dökük. Kimsesiz kalmış. Kimisi inşaat halinde, belli ki inşaatı bitirmeye para yok.


Çamlıhemşin merkezi geçip, Kaçkar Dağları’na tırmanmaya başlıyoruz. Bir gişeden Kaçkarlar Milli Parkı’na giriş için bilet alıyoruz. Otelimiz, Serinyer Dağevi, Ayder Yaylası’nın da biraz yukarısında kalıyor. Ayder Yaylası üzüyor beni maalesef. Otel, otel, kutu, kutu olmuş. Konaklamak, yöre halkının el emeğini görmek için güzel. Ama biz biraz daha doğanın içinde olmayı umuyoruz. Umduğumuz gibi de oluyor. Döne döne tırmanmaya devam eden dağ yolunda, bir yerden sonra asfalt da bitiyor. Hay allah diyorum, nereye getirdim bizi. Birkaç yüz metre sonra tüm uğultusuyla akan derenin yanına konuşlanmış Serinyer’i görünce rahatlıyoruz. Odalarımız tertemiz. Yattığımız yerden dereyi ve çanlarıyla yürüyen inekleri duyuyoruz. Aç olan karnımızı, otel sahipleri Mustafa ve Elif’in güzel ev yemekleriyle doyuyoruz.


Hava güneşli ve sıcacık. Telefonlar çekmiyor. Mustafa, “Akşam mutlaka Huser’e çıkın, gün batımını izleyin, bugün son, bir daha hava böyle olmaz, zaten hafta sonu da yağış var,” diyor. Palovit Tour’u arayıp akşamki Huser Yaylası turuna rezervasyon yaptırıyorum. Dereye bakan masalardan birine çayımla kuruluyorum.



Tepelerin arasında, taş ve ahşaptan yapılmış otelimiz, Serinyer Dağevi

Serinyer Dağevi'nde çayımı yudumladığım masamdan manzara


Hemen yanımızdan tüm gücüyle ve uğultusuyla akan ırmak

Birden basan sis, ya da yükselen bulutlar

Akşam üzeri 16:30’da bizi bir servisle alıyorlar otelden. Huser Yaylası’na doğru 45 dakikalık tırmanışa başlıyoruz. Yollar çok, çok kötü. Çukurlarla ve irili ufaklı taşlarla dolu toprak yolda, yüksek ve eski servis parçalanacakmış gibi sallanıyor, gıcırdıyor. Sağ tarafımız uçurum. Ara sıra öyle yan yatıyor ki servis, yuvarlanıp gideceğiz gibi geliyor. Aklıma böyle turlara katılıp ölenlerin hikayeleri geliyor. Yan tarafımda oturan kadın, belli ki biraz da olsa korkusunu yenmek için, beni ve solumuzdaki üç kadını lafa tutuyor. “Kusura bakmayın, avukat çenesi var bende,” diyor, tek başına seyahat eden bu İstanbullu avukat. Solumdaki genç kadınlardan biri de ruhsatını yeni almış bir avukat çıkıyor. Turun gidiş yolunda başlayan sohbetleri, turun dönüş yolunda sıkı bir ahbaplığa ve hatta genç avukat için bir iş fırsatına dönüşüyor. “Belki de konuşkan olmak lazım,” diye geçiriyorum içimden. Kadınlardan diğer ikisi Çamlıhemşinli. Ankaralı avukat arkadaşlarını gezdirmek için turdalar. “Burada yaşıyoruz ama kaç senedir gelmedik Huser’e,” diyorlar. Sıcacıklar. Doğallar. Öyle de güzel ki yüzleri. Karadeniz'de en çok, insanların yüzlerine bakmayı seviyorum.


Yaylaya gidiş yolunda başlayıp, yayladan dönüş yolunda fotoğraf paylaşımı raddesine gelen bu kadın sohbetinden aklımda şu sözler kalıyor:


İnsanı en çok geliştiren iki şey: gezmek ve kitap okumak.” (Ülkenin her şehrinde duruşma alıp, iş bahanesiyle gezmiş olan İstanbullu avukat, yanımızdaki genç kadınlara bu ikisini mutlaka yapmayı nasihat ediyor.)


Böyle okumuş, çalışan kadınlara rastlamak ne güzel.” (Ülkemizin gerçeğine dair bir gözlem.)


Rize’nin erkekleri biraz asabi olur.” (Çamlıhemşinli kadınlar bıkmış belli ki.)


Ay ben sizi de yabancı sandım, Türkçe’yi sonradan öğrenmişsiniz herhalde diye düşündüm!” (Ankaralı genç avukat, eşimin Fransız olduğunu öğrenince bana söylüyor. Ya Türkçe’min çok bozuk olduğuna, ya da İngilizce’min çok iyi olduğuna gönderme yaptı. Hangisi acaba bilemeyip üzülüyorum.)


Peki Huser Yaylası? 2800 metre yüksekliğinde, bulutların üzerinde, nefes kesen bir manzara. Gökyüzü renkten renge giriyor güneş batarken. Ahşap bir kulübede çay içip gözleme yiyoruz, sobanın yanına büzüşüyoruz. Erkeklerin de yüzleri çok güzel bu memlekette. Renkli gözler, aydınlık simalar. İçeriden mavi, kocaman, daha önce hiç görmediğim bir müzik aletini çalarak çıkıyor bir adam. “Bu ne?” diyorum. “Tulum,” diyor yanımdaki Pazar’lı amca. “Bizim yörenin çalgısıdır.” Bir büyük taşa oturup çalmaya devam eden adamın etrafına başka adamlar geliyor. Horon tepmeye başlıyorlar. Gizliden bir minik videolarını çekiyorum.

Minibüs yolculuğu ve suratımdaki korku

Huser Yaylası ve eşim Etienne ❤️


Bu beyaz dağ çiçekleri karın habercisiymiş


Yol boyunca sohbet ettiğim dört kadın


Yol boyunca sohbet ettiğim kadınlardan üçü, batan güneşin önünde


Bir aksilik çıkmadan dönüyoruz otelimize neyseki. Derenin uğultusuyla uyuyup, uğultusuyla uyanıyoruz. Arka fonda yine inek çanları. Cumartesi günü için rotamızı çiziyoruz: Arabamızla Çamlıhemşin’e inip, Çat Vadisi’ne doğru sapacağız. Konaklar Mahallesi’ndeki meşhur konaklardan Dudi Konak’ı ziyaret edip, orada öğlen yemeği yiyebiliyor muyuz bakacağız. Şenyuva’daki tarihi köprüde duracağız. Sonra Zilkale ve Palovit Şelalesi. Oradan da otele dönüş.


Ortaçağ'dan Bolşevik Rusya'sına, yoksulluktan zenginliğe, savaştan eğitime, gurbetten hüzne uzanan bu Cumartesi gününü, bir sonraki sefer yazacağım. Birkaç hafta sonra görüşmek üzere. :) ~z

Image by Paul Weaver

Haftaya pazar e-mail kutunuzdayız!

bottom of page